NASIL RESİM YAPIYORUM
Dünya yine malum boğazlaşmasını sürdürüyor. İnsan, bahtına düşmüş dünyanın, ama dünya bahtsız. Dünya kaynıyor, dünya kanıyor. Bu boğazlaşmaları durmaksızın çözümlemek, buna yazı yetiştirmek sabır işi. Şu anda bundan söz etmiyeceğim. Uğraşılarımdan birini, resim maceramı, daha doğrusu nasıl resim yaptığımı anlatmaya çalışacağım.
Resim yapma tarzım, boya
tekniğim ve malzeme kültürüm dervişane ve sersericedir. Ağaçlarla iç
içe yaşayan, orta sınıf bir mahallenin bir tepeciğinde yaşıyorum. Bir el
arabam var. Kafam estiğinde arabamı alıp mahallede geziniyorum.
Belediyenin götürmesi için ev önlerine konulan atık malzemelere,
kontenalara yöneliktir ilgim. Çerçeve, bez, boya, kağıt, kontrplak,
deri, eski kapı ve ummadığım şeyleri seçip arabama yüklüyor, evin arka
bahçesine getiriyor, tanzim ediyorum. Eskiden mahalle beni, atık madde
toplayan yoksul, perişan adam olarak tanırdı. Mahalleciler, boyalı
elbisem ve ayakkabımla, bazan da picamalarımla gezindiğim için garip
garip bakar, biraz da çekinerek gülümser, selam verir, malzemelerin
konulduğu yerleri iane babında göstererek iyilik ederlerdi bana. Yalnız
yaşayan, geleni gideni olmayan kocakarılar zamanla beni bahçelerine,
evlerinin harimi ismetine kadar çağırmaya başladılar, "işte benim şurada
biraz atık malzemelerim var, gel bir bak, işine yarayanlar olur belki,"
diye. Dolap artığı yetim giysiler, tozlanmış elektirkli süpürgeler,
tencereler, borular, ters dönüp çeşmeleşmiş pisuarlar, boncuk gözlü
oyuncak bebekler, sesler, renkler ve alengirli görsel parodilerle
karşılaşırdım. Bunların atık maddelerini ilk başlarda fazla
önemsemiyordum. İç dünyalarına, yapayalnız, bağlantısız soluk alabilen
som gerçeklerine dair sonu gelmez gevezeliklerinin bu maddelere de
sindiğini ve bunların tablolarımda daha içkin ve çarpıcı bir edayla
gülümsediğini zamanla farkedince kendime geldim ve önemsemeye başladım.
Resmi
muhtelif yüzeylere çizerim. Nakışlı nakışsız, dikişli dikişsiz, kırışık
düz, her türlü beze; kağıt, tahta, plastik, metal ve halının ters
yüzüne. En çok kullandığım boya tekniği akrilik, yağlıboya ve okaliptüs
reçinesidir. Bu boyalara bazan kum katar, yüzeye yayarım. Kumu tutkalla
sürdüğüm de olur. Kolajlama veya karışık tekniğe yönelirim zaman zaman.
Kalın tahta yüzeylere her türden malzemeyi yapıştırır, çakar ve sonra da
bunları boya ile işlerim. Geçenlerde kafamı sıfır numara tıraş ettim,
saçlarımı, nevrotik bir sezgiyle sürekli beni süzen ve içimi okuyan,
bitmemiş portrenin kafasına yapıştırdım, yanına da ormanda bulduğum
kurumuş bir kertenkele ölüsünü yerleştirdim. Boya ile işlenince resme
ruh veriyorlar bunlar.
Ciddi kalıplara, planlara baş vurmadan,
kendimi güdümlemeye kalkışmadan koyuluyorum işe. Biraz da bundan olsa
gerek, resim yaparken özgürleştiğimi hissediyorum. Bu his olmasa resim
yapmam. Boyalar yüzeye özgürce yayılmalıdır. Hangi aleti kullanmak
istiyorsan, fırça, mala, parmak, ayak, kürek, tırmık, yani o anda ne tür
bir alet öne çıkmışsa onu kullanacaksın. Işığın ve rengin gülümseyişi,
duygusu, aklı, yaratılan eserde o zaman daha bir belirginleşiyor.
Aletlerin eğilimleri, arzuları vardır, fısıldarlar, ressam onları
dinlemek zorundadır.
Resim yapan, resmi ciddiye alan her insanın
içinde, her kıpırtıyı gözüyle duyumsayan ve anında çeken bir fotoğraf
makinası var gibi geliyor bana. Bu, ressamı canlı tutuyor, ama görünen
biçimlere de bağlıyor. Ressamın görevi, görünen beylik biçimlere
başkaldırmak, yeni biçimler yaratmaktır. Bu anlamda resim, sürekli bir
başkaldırıdır. Ama bu başkaldırıyı, kendisine karşı yöneltmeden
sürdüremez. Başkaldırı, kendine yöneldiği müddetçe başkaldırıdır. Tabi
sorun bununla da bitmiyor. Yaratılan biçimin içeriği ruhu nedir.
Edebiyatta zaman zaman yakaladığım ironiyi, alayı, istihzayı, sarakayı,
resimde yakalayabilmiş miyim diye düşündüğüm çok olmuştur.
Martha
adlı çalışkan bir ressam arkadaşım vardı. Resimlerini çok büyük tuvaller
üzerine yapıyordu. İyi kalpliydi. Tanrının tahtını taşırken terleyen
hayvanların terinden yaratılmış meleğin soyundan geliyordu. Figüratif
iklimden uzak duruyor, yalınlığın ve derinliğin gücüne meylediyor,
biçimlerini, rengin ve ışığın görünmeyen biçimlerinden esinlenerek
yaratmaya çalışıyordu. Biçim yaratılır ama görünmez düsturunu izliyordu.
Onun derdi sanırım biçim yaratmak da değildi; renk ve ışık yaratmak,
bunların çatışkılı armonisini kurmak... Düş görme gibi bir şeydi onun
resim yapması. Kim ne derse desin, biçimlerini göstermeyen ama onları
zengin bir şekilde içeren, derinliğinde hissettiren resimlerin
yaratıcılarını, onların ruhsal doğasını düşünerek resim çizmek de
güzeldir.
Bana kendimi dinleme ve özümleme olanağını en çok sunan bir
sanattır resim. Resimden önce, daha çok gözün klavuzluğuna bel
bağlardım. Resim bana, görme zevkimi gözlerimle değil, duygularımla
tatma, emme özelliğini kazandırdı. Duygu gözü, duygu dilini geliştirdi
resim. Bu da yazı dilimi etkiledi.
Aslolan özgür ve iyi yaşamaktır.
İmgeler, renkler, ışıklar, envaiçeşit duygular, diller, sesler, nefesler
aleminde bir büyücü, bir minyatürcü, bir ateş hırsızı, uslanmaz bir
yıkıcı ve yaratıcı gibi zuhur etmek, ışıldamaktır; yumurtadan çıkan bir
civcivin gagasındaki niyet ve safiyet gibi ışıldamak; dipsiz uzay
karanlığında, bizleri dehşete düşüren sonsuzluğun mavi ruhunda bunun bir
anlamı vardır belki.
17 Haziran 2014